Dava adamı olmak kolay bir iş değildir. Dava adamı olmak, inanç ve ideali söz konusu olduğunda; sağına ve soluna bakmadan, kimse var mı yok mu sorusunu sormadan, hesabilik duygusuna kapılmadan, ben varım diye bilendir. Dava adamı, kişinin sözüyle değil, özüyle ilgili olan bir meseledir. Dava adamı olmanın yolu, öncelikle Vefa duygusundan geçer. Vefa duyguları zayıf veya hiç olmayanlardan, dava adamı olmasını beklemek; solucanda diş aramak gibi beyhude bir uğraştır.
Vefa duygusunun; zifiri karanlıkta mumla elmas aramaya benzediği bir zamana tanıklık etmekteyiz ne yazık ki. Az da olsa, vefalı bazı dostların varlığı her ne kadar bizi sevindirse de; genel manada, bakıldığında vefa duygusunun çok yara aldığı görülmektedir. Yarım saat kadar kısa bir zamanı, dostlarına ayıramayan bir kimseden dava adamı çıkar mı?
Bedavadan adam olmanın, allame-i cihan kesilmenin, bilgi bankası ve bilim adamı olmanın bol olduğu, bir zamandayız. Sosyal medya denilen bidayeti ve nihayeti bizce meçhul olan sanal bir dünyada sıkışıp kalmanın doğurduğu acı sonuçlarından biri de; vefasızlıktır. Vefa; kimlik meselesi değil, kişilik meselesi olan bir hadisedir. Evet, hadise diyoruz çünkü; Vefa duygusu hakikatten başlı başına bir olaydır. Bu olayı, iyi okuyup ve onun gereğini yerine getirmeyi başaran fert ve toplumlar; erdemli ve ihsan sahibi nesillerin, çoraklaşmış içtimai hayatta yeniden filizlenip boy atmasına vesile olurlar.
Vefa adamı olunmadan, dava adamı olunmaz. Mesela yaşadığımız şu küçük şehirde (resmi olarak büyük şehir olmaya bakmayın), hastalık, ölüm, düğün veya benzeri şeylerin vuku bulmasında; tanıdık, dost, komşu ve ahbaplarına zaman ayırmakta aciz olan birinden dava adamı olmasını beklemek, deveye hendeği atlatmak ne kadar zor iş ise, söz konusu kişi ve kimselerden dava adamı olmalarını beklemek o kadar zordur.
Selefi Salihin efendilerimizin yaşadıkları saadet asrı, Vefa duygusunun zirvede seyrettiği bir kutlu bir asır idi. Düşünün, uhud harbinde okçular tepesinde görevli olan 50 kadar sahabi, savaşın Müslümanların lehine seyrettiğini görünce, kati emir olmasına rağmen yerlerini bırakmaları; savaşın Müslümanların aleyhine dönüşmesine ve yetmiş sahabenin Şehid olmasına sebep olmuşlardı. Bununla birlikte, sonra ki yıllarda sahabeler arasında vuku bulan ihtilaflarda; hiçbir sahabe çıkıp ta, o gün okçular tepesinde yerini terk edene: dünün kaçağı vb. hakaret edici bir davranışa baş vurmadılar. Hatta, okçular tepesinde yerlerini terk eden sahabelerin kimler olduğu konusunda, hiçbir tarihi eserde isimlerine bile rastlanılmaz. Çünkü Müslüman, Müslüman kardeşinin ayıbını ifşa eden değil; saklamakla memur olan kimsedir.
Birde günümüze ve kendimize bakalım, biz Vefa ve sır saklama duygusunun hangi noktasında yer alıyoruz? Karşı taraftan bize ufacık bir sıkıntı dokunmaya görsün, varsa bizde saklı bir sırrı veya bir kusuru; bir bir orta yere döküp onu el âleme rencide ve rezil etmekten zevk alırız... Peki, ufak bir sırrı dahi gizlemesini bilmeyen birisinden, dava adamlığı, fedakarlık ve digerkamlık gibi hasletler beklenebilir mi?
Vefa'nın İstanbulda bir semtin ismi, birde yazılı metinlerde çok olduğunu biliyoruz. Ama insanlar için, aynısını söylemek çok zordur. Çünkü, biz en çok kendimiz için yaşamayı öğrendik. Başkası için yaşamayı öğrenemeyenler, vefa duygusunun ne anlam ifade ettiğini de anlamazlar. Galiba hiçbir zaman da anlamayacaklardır. Vefalı olalım, Vefa'da kalın Vefalı kalın
Saygilarimla